Akçadağ Köy Enstitüsünde Yetim Salih

AKÇADAĞ KÖY ENSTİTÜSÜNDE YETİM SALİH
Fikri Demirtaş 
(Akçadağ Öğretmen Okulu 1976 Mezunu)


Yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazılmıştır

Uzun bir yaz gecesi Cüzüngüt (Güzelyurt) kasabasında 82 yaşında, başında beyaz yaşmağı, ap ağ olmuş saçları, sırtı hafifçe kamburlaşmış, beli bükülmüş, boyu küçülmüş, Ağ Gelin lakabı ile tanınan büyükanne bazen el örgüsü yapar, bazen de gazete, roman okurdu. Radyo, televizyon haberlerini hiç kaçırmazdı...
Ağ Gelin, köyü Karamahmut’u, çocukluk günlerini, olayları gurbetten gelen torunlarına anlatmak için derin bir soluk aldı ve anlatmaya başladı. “Köydeydik. Evin en büyük kızıydım, anamın ilk göz ağrısı, apak nazlısıydım. Bir kız, bir de erkek kardeşim vardı. Okuldan eve geldiğimde hasta olan anneme ev işlerinde yardım ediyor, akşamları da gaz lambası altında dersime çalışıyor ödevlerimi yapıyordum. Okuldan geriye kalan zamanlarda da koyunlarla, bağla, bahçeyle ilgileniyordum. Oraya git buraya git, kardeşlerine bak onun için çocukluğumu hiç yaşayamadım. Oysa ki ben okumayı çok istiyordum, öğretmenim beni çok severdi ve derslerim çok iyiydi. Çocukluğunda anamın her daim ‘kızım sen beşi bitir, seni Akçadağ Köy Enstitüsüne yollayacağım’ dediği zaman çok sevinirdim. Annem, ben ilkokul üçüncü sınıfa giderken vefat etmişti. Annem ölünce babam beni okutmak istemedi. Ve o gün bütün hayallerim uçtu gitti. Günlerce gizli gizli hep ağladım… Artık evin tüm işleri omzuma yüklenmişti… Okuyamamak içimde bir yara olarak kaldı.”
Çocukluğunda şahit olduğu olayları anımsayıp zihninde yeniden yaşamadığı bir tek gün yok gibiydi. “En güzel çocukluk anılarım da okulda yaşadığım mutluluklar ve annemle geçen güzel günlerdi. Annemin; orta boylu, buğday tenli, siyah saçlı ve siyah gözlü, çok çekingen bir kadın olduğunu hatırlıyorum. Babam, annem öldükten 2 sene sonra benim yaşımda bir kızla evlendi. O da çocuktu beraber oynardık. Ne yazık ki, üvey annem, annemin yaptığı işlerin nasıl yapılacağını bilmiyordu ve bu da benim yükümü daha da arttırıyordu.
Köyümüz Karamahmut çok güzeldi. Ağaçlarımızda irili ufaklı beyaz dut yetişirdi. İri dutlar işaret parmağı kadar olurdu, ama ufakları da irilerinden daha tatlı olurdu. Bal gibi tatlı ve suluydular. Tadı hâlâ damağımdadır, bir eşi daha yoktur. Köyümüzdeki kayısılar, dutlar, üzümler, erikler, karpuzlar, kavunlar daha bir lezzetliydi. Asırlık ceviz ağaçları vardı köyümüzde.’’Ağ Gelin o zaman sahip oldukları şeyleri yâd etmekten tarifsiz bir mutluluk duyuyordu.
Küçükken hayaller kurardık, herkesin hayali aynı: Okumak... Ama büyüklerimiz işimizin çocuk doğurmak ve kocalarımıza hizmet etmek olduğunu söylüyordu. Küçük yaşta evlendik, büyüdük…. O hayallerimiz hep çocuklukta kaldı bir de aklımızda…”
Ağ gelin köyünü anlatmaya devam etti… “Köyümüzün batısında İndibi, güneyinde Uma Dağı, doğusunda Mağara dört tarafı korunaklı bir çanak gibi 50, 60 haneli bir yerdi. Yaşlıların anlatımlarına göre köyün eski yeri Tengilli imiş. Tengili; Karamahmut ile Güzelyurt arasında bir yerleşim yeri oradan yalnız bir göze kalmış. Alıç ağacının dibindeki gözenin suyu İndibi’nden geliyormuş Bu köyde halk kolera hastalığına yakalanmış çoğu ölmüş. Bir tek Mahmut’un ailesi kalmış o da Karamahmut’u yurt tutmuş adı buradan geldiği söylenmektedir. Birinci Dünya harbinde Muhacir olarak köyümüze Erzurum Tortum’dan Muhacir Mahmut, Suvakçı Yusuf Bayburt’tan Kasap Celal ve Kasap Kazım gelmişler.”
Torunları büyükannelerini pür dikkat dinliyorlardı, o devam etti. Köyün evleri gibi okul da kerpiçtendi, yağmur yağınca sınıfımız şıp şıp akardı. Mehmet Çam öğretmenimiz loğ olmadığından öğrencileri dama çıkarıp ayaklarıyla çiğnettirirdi, öğretmenin pos bıyıkları ve heybetinden öğrenciler çok korkardı.
Köye bahar gelince kalaycı Yan Ali, kalay malzemelerini okulun yanındaki evin avlusuna koyup köyün kap kaçaklarını kalaylardı. Toprak evlerin kapılarından yırtık elbiseli, çıplak ayaklı çocuklar koşarak kalaycının başına toplanırlardı. El körüğünü çocuklar sıra ile çekerlerdi. Meşe odunundan kömür kor alev oldu mu, Yan Ali bir eline yağlı pamuk diğer eline kalaylanacak bakır teşt, sini, kazan, leğen ne kadar kap kaçak varsa laflaya laflaya kalaylardı. Simsiyah gözleri, esmer yüzü iyice kalay yaparken de kömürden iyice kararırdı. Kalaycı Yan Ali; bibisinin evlenip Amerika’ya gittiğini, bibisinin çocukları olmayınca yeğenlerini Amerika’ya götürdüğünü heyecanlı heyecanlı herkese anlatırdı.
Köyde asırlık ceviz ağaçları vardı. Rivayetlere göre 1950’li yıllarda yurt dışında, özellikle de İtalya’da, eski ve yeni yapacakları kiliselere, tarihi eserlerinin yenilenmesinde kullanılmak üzere ceviz ağacı ihtiyacı duyulmuş. İtalyan Kütüphanesi eski el yazması kitaplarında Anadolu’da Hekimhan’dan ceviz ağaçlarını kesip götürüp mobilya yaptıkları yazıyormuş. Yine asırlık ceviz ağaçlarına o zamanın parası 300 TL verip kesip götürmüşler. Her köyde birkaç tane ceviz ağacı kalmış, Kereste yapmaya uygun olmayan ceviz ağaçları kesilmeden kurtulmuşlar.
Torosların evinin arkasında dalları yola uzanan asırlık ceviz ağacına Ramazan ve Kurban bayramında keçi kılından yapılan çeki ipiyle salıncak yapıp oturak kısmına iki tahta bağlayıp Bayram namazı için Cüzüngüt’e giden erkekler namazdan gelinceye kadar üç dört saat kadınlar-kızlar bayramlık giysileri ile sırayla sallanıyorlardı. Tarifsiz bir neşe içinde eğlenip, maniler, demeler söylerlerdi. Konuşmalar, koşmacalar, birdir birler, seksekler ve daha neler neler.”

“İn dibinde inim var
Zurbahan’da zorum var
Ballıkayada balım var,
Hasarın kayasında,
Dünya kadar malım var.”

“Dağın eteği düzdür
Gece değil gündüzdür
Kalbimi parçalayan
Hekimhanlı bir kızdır”

“Dama koydum yakacak
Yarın tren kalkacak
Ben buradan gidersem
Yar sana kim bakacak”


Ağ Gelin güzel anılarını anlatırken birden yutkundu ve Yetim Salih’in Akçadağ Köy Enstitüsünde ölümünü anlatmaya başladı sanki o günleri yeniden yaşar gibiydi.
“Salih, köylerinden Köy Enstitüsüne giden Karadeli’nin Hasan’ının oğlu Mehmet, Kadıoğlu Ahmet’in oğlu Mehmet, Toros’un Ali Efendi’nin oğlu Hüseyin Çakmak, birde sağlık memuru Sultan Süleyman’ın oğlu Bekir Otlu köyün ilk memurlarını görünce onlara köyün gençleri gibi Salih de çok imreniyormuş.’’
Salih’in babası Zührelerden Omar genç yaşta ölmüştü. Köyde bir dul anası, kendinde 5 yaş büyük abisi Hüseyin, 3 de ablası vardı. Salih, Karamahmut köyünde ilkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak kazandığı Akçadağ Köy Enstitüsü’nde beşinci sınıfa gidiyordu. Bir sene sonra mezun olup öğretmen olacaktı. Salih, karakaşlı, kara gözlü, ince uzun boylu, güler yüzlü, herkese karşı saygılı uysal bir gençti. Salih okuldan eve gönderdiği mektuplarda ve tatillerde köye gelince arkadaşlarına okulunu arkadaşlarını anlatırdı.
Bir zamanlar Köy Enstitüleri vardı. Yurdun dört yanına ışık saçardı. Akçadağ Köy Enstitüsü’nün de diğer Köy Enstitüleri gibi kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin % 50'lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi.
Yatılı okuldaki 1200’e yakın 12 ile 18 yaşları arasında erkek öğrenciler, sabah etüdüne gitmek için ana binada asılan kampananın sesiyle erkenden gözlerini açarlardı. Bunun için öğrenciler, sanki yangın varmış gibi aceleyle yataklarını talimatnameye uygun bir şekilde düzelttikten sonra doğruca tuvaletlere koşarlardı. Okulun vermiş olduğu kıyafetleri giyer giymez yatakhanelerden dev yemekhaneye hücum ederler, çay, zeytin, peynir ve ekmek, bazen de çorbadan ibaret kahvaltılarını mideye indirirlerdi. Nöbetçi belletmen öğretmenin düdüğünden canhıraş bir feryat kopunca yemek duası yapılır ’’Tanrımıza hamt olsun, milletimiz var olsun’ ’Nöb. Öğretmen de “Afiyet olsun” derdi. Yemek sonrası bağırış çağırış, gürültü ve patırtı ile sınıflar gidilir, öğretmenlerin geleceğini bildiren zil koridorları çınlattığında ise ses soluk kesilirdi. Dersler başlardı. Teneffüs zili adeta bir kurtuluş müjdesiydi. Zil boş koridorlarda yankılanır yankılanmaz öğrencilerin gözleri parlar, düğün bayram ederlerdi. Derhal bahçeye hücum ederler, bazıları basketbol, voleybol, barfiks demirlerinin olduğu alanlara, bazıları ise tuvaletlere koşup efkâr dağıtmak için birer cıgara yakıp tüttürürlerdi. Sigarayı, tütünü elde etmek için okuldan yaklaşık 1,5 km. uzaklıktaki Karapınar istasyonunda Cibo dayının bakkalına gitmek gerekiyordu. Varıp sigara, sigara kâğıdı ve tütün alırlar, yine aynı yoldan okula dönerlerdi.
Yatakhaneler yüksek tavanlı, duvarları kerpiçten tek katlı idi öğrenciler iç içe geçmiş koğuşlarda yatıyorlardı. Her yatakhanede otuzun üzerinde, iki öğrencinin altlı-üstlü yattığı demir ranzalar yerleştirilmişti. Akşam 21.30’da herkesin yatağında olması gerekiyordu. Yatakhaneleri gezip denetleyen nöbetçi öğretmenler ortalıkta dolaşan öğrencileri yakalarsa, ya kendisi cezalandırır ya da disiplin kuruluna sevk edip ceza almasını sağlardı.
O gün yatakhanede Salih ve arkadaşları ranzanın üzerine oturup koyu bir sohbete dalmışlardı. Yatılı okul; dostluk, arkadaşlık, dayanışma, paylaşım, başkalarına saygı ve sevgi demekti. Hekimhanlı Süleyman, bağlamasıyla Âşık Veysel’den “Uzun ince bir yoldayım” türküsünü çalıyordu. Süleyman sazın teline vurdukça hüzünleniyor, Salih, Mehmet Ali, Hıdır, Bekir türküye eşlik ediyorlardı:

Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldayım
Gidiyorum gündüz gece…


Müzik sesini duyan yatakhanenin diğer öğrencileri de sessizce gelip diğer ranzalara oturdular. Süleyman ellerini sazın üzerinde hareket ettirmeye başlamış ve gözlerini kapamıştı. Pek az bir duraklamadan sonra, tatlı ve derinden gelen bir sesle peş peşe Pir Sultan'dan, Hekimhanlı Esiri’den hem çaldı hem söyledi. Koğuşta bulunan öğrenciler “helal olsun” diye bağırdılar. Salih, arkadaşlarıyla beraberce söylenen türkülerden sonra, “Ben biraz sonra çamaşırhanenin karşısındaki yonca tarlasını sulamaya gideceğim”, Mehmet Ali: “Elektrik santralinde görevliyim’’, Haydar: “Ahıra gideceğim”, Hıdır: “Okulun hamamı bu hafta benden sorulur, Akşam etütten sonra gelin yıkanırsınız”, Sivaslı Cabbar “Hafta sonu sinema salonunda Vurun Kahpeye filmi var” dedi. Birbirlerine iyi nöbetler çalışmalar dileyerek yatakhaneden ayrıldılar.
Salih yatakhanenin koridorunda bulunan demir dolabından iş elbisesini, çizmesini çıkarıp giydi. Yatakhaneden hızlıca çıktı. Okul kantininin önündeki çeşmesi açık bırakılmıştı. Su içtikten sonra çeşmeyi kapattı. Atatürk büstünün yanındaki al bayrak rüzgârın esintisiyle hafif hafif dalgalanıyordu.
Müzik binasını geçtikten sonra Uygulama okulunun arkasından nefes nefese bir koşuşturma içinde yonca tarlasının yolunu tuttuğunda hâlâ gözleri dalıp dalıp gidiyordu. Arkın kıyısından ark boyunca yürüdü. Yonca tarlasında diğer görevli arkadaşı Ahmet kendisini bekliyordu ondan küreği aldı. Ayağında çizme, üstünde iş elbisesi ile yonca tarlasını ‘’Bismillah’ ’deyip suvarmaya başladı. Salih yalnız kaldığında kalbi nefesini kesecek derecede çarpmaya başladı. Göğsündeki fırtınayı dindiremiyordu. Tarlayı suvarırken. Yorulunca şöyle azıcık dinlenip bir elinde kürek öteki eliyle cebinden Birinci marka sigarasını çıkardı, Arkadaşından aldığı muhtar çakmağı ile yaktı. Koyu gri bir duman burnundan, ağzından çıkıp göklere yükseldi. Köyde anası, abisi, ablaları bütün geçmişi gözlerinin önünden geçiyordu. Babasının ölümü, okulu kazandığı günler nasılda gelip geçti. Bir sene sonra öğretmen olarak mezun olacaktı.
O gün okulun bahçesindeki ağaçların dalları, kara bulutlarla kaplı kasvetli gökyüzüne yükseliyordu. Yağmurla birlikte başlayan sert rüzgâr elektrik tellerini yerinden oynatıp birbirlerine çarptırıyordu. Salih yoncaları sularken rüzgâr, elektrik telleri birbirine çarpınca çat çat sesleriyle şimşek çakar gibi gökyüzünü aydınlatıp kopan telin üzerine basınca elektriğe kapıldı elinde kürekle dakikalarca çırpındı, yüzüstü yoncalara düştü.
Okulun hamamının bitişiğindeki çamaşırhanede çamaşır yıkayan kadın bahçede çamaşır sermeye giderken yonca tarlasının içinde elektrik telinin altında elektrik çarpmış, öğrenciyi görünce hemen belletmen öğretmenlere haber vermiş. Nöbetçi belletmenler ve Nöbetçi Müdür Muavini gelip zabıt tutmuşlar, jandarmaya haber vermişler. Akçadağ Savcılığı ve Doktoru ölüm nedeni elektrik telinin kopması ve elektriğe kapılması nedeniyle ölmüştür raporu tutmuşlar. Salih’in elindeki kürek bağrına yapışmış, kara kara yanmış, yüzü simsiyah, elbiseleri de yanmıştı…
Karamahmut köyünde Salih’in anası avlu kapısının önünde oturmuş güneşleniyordu. Kendilerine doğru İki jandarma erinin geldiğini görünce korktu, heyecanlanıp ayağa kalktı içinden, “Acep ne ola ki?” dedi. Jandarma, “Anam başın sağ olsun, oğlun Salih okulda bir kaza olmuş vefat etmiş, okulun mezarlığına gömmüşler” deyince Ayşe Hatunun yüzü değişti, benzi soldu, olanca sesiyle, “Vay başıma! Artık ne yapayım, nere gideyim, Salih’im kara gözlü oğlum!” diye hıçkırmaya başladı. Yazmasını başından çekip eline aldı, ağarmış saçlarını gözlerine döktü. “Oğlum Hüseyin, kızlar gelin dışarı gelin, bak ne haber getirdiler bize” diye bağırdı. Hemen içeriden Salih’in abisi ablaları geldi. Haberi duyunca bir figan koptu ağladılar ağladılar…
Evde herkesin yüreğine kor bir ateş düşmüştü. Kimsenin gözüne uyku girmiyordu. Salih’in okulda yağlıboya yaptığı kendi portresinin üzerindeki lambanın ışığı git gide köreliyor ve yaşamı anası için zindan oluyor, ev gittikçe sessizleşiyordu. Salih’in kara gözleri, gözlerinin içinde sesi kulaklarında çınlıyordu. Anasının gözlerinden yaşlar boşanıyor, boşanan gözyaşları yanakları üzerinden aşağıya doğru akarak solgun ve titreyen dudaklarını ıslatıyordu. Sabahı zor eyledi…
Acılı ana, oğluna kavuşmak için hemen tek başına sabah namazından önce yola koyuldu. Evlerinin yanındaki okulun önünden, Kızılcıkların evinin köşesini döndü. Hışşık Ali Rıza, Kel Esma, Duluklu Mustafa’nın, Tilki Osman’ın kapısından önünden geçti Torosların cevizinin altında biraz soluklandı. Pencerelerden tek bir ışık bile görülmüyordu, köyde herkes uyuyordu. Otluların, Kel Bayram’ın, Körlerin evinin yakınında asırlık dut ağacının altında köyün pınarından bilek kalınlığında akan su sesi, bir de köydeki köpeklerin seslerinden başka bir ses yoktu. Pınarın kürününün yanında iki yalak ve altındaki havuz ağzına kadar dolmuştu hayvanlarını, bahçelerini, suvarırlardı… Pınardan soğuk su ile elini yüzünü yıkadı bir abdest aldı. Omuzunda azık torbası, elinde sopa, tepeden yukarı inip Çoban Pınarı’ndan üstünden Kocaözü yolunu tuttu. Yürüdü yürüdü, vücudu kan ter içinde kaldı. Bahçelerden, üzüm bağlarından, purdan, oradan, harman yerlerinden çok geçmeden kavakların, peşinden Kuruçay gözüktü, Kuruçay’ın sesi geliyordu, çayın kenarları kavak ve iğde ağaçlarıyla çevrilmişti. Kuruçay’a gelince dizlerine kadar soyundu, suya girdi yürüyerek geçti. Çok yorulmuştu söğüt ağacının dibinde, hele bir soluklanayım deyip oturdu. Nefes nefese kalmıştı. Göğün yüzüne bakıyor, oğlunun ruhunun şimdi nerede olduğunu düşünüyordu, kulaklarında sesi, gözlerinin içinde gözleri dudakları titredi, gözleri yaşardı hüngür hüngür ağlamaya başladı çığırtısı, gözünün yaşı Kuruçay’a karıştı. Kıl torbasını açtı azığını çıkardı, canı bir lokma yemek istemiyordu. Ağustos böceklerinin sağır edici yaygarası içinde bağlar, tarlalar boştu. Kuruçay’da ne kadar oturduğunu bilmiyordu. Demir yolunun kenarından kenarından yürümeye başladı. Yürürken arkadan örgülü belikleri başındaki yazmanın altından görülüyordu ayaklarına çamur yapışmış yüzü, gözleri toz olmuştu.
Kesik Köprü İstasyonuna gelince nefes nefese içeri girdi görevli memura, “Malatya’ya tren ne zaman?” diye sordu. Memur saatine bakarak, “Neredeyse gelir” dedi. Ayşe Hatun başını sallayarak trenin geldiği yöne doğru baktı. Biraz sonra uzun uzun ince ve tiz sesiyle kara tren Kesik Köprü istasyonuna geldi.
Hava bunaltıcı ve çok sıcaktı arada bir trenin açık penceresinden yumuşak bir rüzgâr esiyordu. Tek başına kompartımanda oturuyordu. Birden oğlunun o güzel yüzü, kara kaşı, kara gözleri gözünün önüne geldi. Salih’in öğretmen olduğunu, okula gidişini göremeyeceği oğlu artık sadece rüyalarında ve hayallerinde olacaktı dualar okuyordu. Oğlunun öldüğüne bir türlü inanamıyordu. Yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı.
Öğle vakti Karapınar istasyonuna indi. Karapınar köyünden okula kadar kavaklar, çamlar arsında usul usul yürüdü. Tarlalarda, bahçelerde öğrenciler çalışıyorlardı. Okula her adım yaklaştığında yüreği çürüyordu. Okulun çeşmesinde elini yüzünü yıkadı. İdare binasının merdivenlerinden yavaş yavaş çıktı. Okul müdürünün kapısını çalarak içeri girdi, müdür kafasını kaldırınca göz göze geldiler, anası ne kadar da Salih’e benziyordu. Müdürün dudakları titredi, yüzü kızardı, uzun bir süre geçti kendisini biraz toparladığında ayağa kalktı boğuk bir sesle, “Ana başınız sağ olsun, Allah rahmet eylesin” diyerek olayı açıkladı. Ayşe Hatun sessizce ağlıyordu, şakaklarından akan gözyaşlarını başörtüsü ile silerek dışarı çıktı.
Salih’in sınıf arkadaşları Arguvanlı Mehmet Ali, Hekimhanlı Süleyman, Tuncelili Hıdır, Adıyamanlı Bekir ve diğer sınıf arkadaşları ile birlikte Salih’in anasını okulun bir kilometre uzağında Adana yoluna yakın meşelikte bulunan mezarlığa götürdüler. Mezarlıkta beş mezar vardı. O taze mezar Salih’indi. Baş ve ayakuçlarına birer taş konmuştu. Anası mezarın üzerine serildi saçı başını yoldu, elbisesinin yakasını yırttı mezardan aldığı avuç avuç toprakları aldı aldı savurdu. Koyu verdi sesini “Saliiih oğlum, yetim oğluuum,!” diyerek feryat etti. Figanından meşe ağaçlarından kuşlar Kırlangıç köyüne doğru havalandı. Salih’in arkadaşları mezarın etrafında diz çökmüş onlar da ağlıyordu.
Ayşe Hatun oğlunun tahta bavulu elinde gözleri çukura düşmüş, ağlaya ağlaya halsiz yorgun çaresiz bir şekilde güneş batınca köyüne döndü. Salih’in anası köye gelince köydeki komşularına haber verdiler. Erkekler tarladakilere, bahçedekilere söyledi. Çüzüngüt, Guççulu, Hekimhan’a akrabalara söylediler camiden Salih’in salası verildi. Duyanlar, haberi alanlar evlerden, tarlalardan etraftaki köylerden ikişer üçer kümeler halinde eşekler, katırlar, atlarla sökün ettiler. Erkeklerden selam veren başsağlığı dileyen gelen avluda oturdu. Oturanların en ucunda Güzelyurt’tan gelen Topal İmam yavaş ağıta benzer hüzünlü, kısık birer sesle Kur’an okudu, dualar verdi ve “El Fatiha” dedi. Herkes içinden Fatiha suresini okuyup salâvat getirdi. Hep bir ağızdan “Allah rahmet etsin” dediler. Kadınlar da evin büyük odasında oturdular. Kadınlardan her gelen bir önce gelenin yanına başsağlığı dileyip diz çöküp oturdular. O gece yarısına kadar ağladılar. Gelenlerde ağıtlar yaktılar ağıtlarda yeri göğü inletti. Anası oğlu Hüseyin, ablaları “Salih, Salih! Niye bizi bıraktın?” diye bağrışıyorlardı.
Ayşe Hatun Oğlu Salih’in tahta bavulunu odaya getirip kapağını açtı. Salih’in kitaplarını, çamaşırlarını, elbisesini çıkarıp bağrına bastı, “Salih’imin kokusu sinmiş, eli değmiş” diyerek hüngür hüngür ağladı. “Salihh oğluuum, kara gözlüm, öğretmen olacaktı oğluuum, bavulu elime verdiler oğluuum, Işığımız söndü komşulaaar!” dedikçe orada bulunanların da gözyaşları sel oldu aktı. Ağıtları çeşmelere, harman yerlerine, bahçelere köyün öbür ucuna kadar ulaştı.
Salih’in anası şöyle bir ağıt söyledi.

Jandarmadan kara haberin aldım,
İnanmadım gene okula vardım,
Yoldan geçenlere yavrumu sordum,
Hara yazısında mezarın buldum.

Yanına geldim ki ben seni görem,
Ablanlara abine ne sual verem,
Baban da yoktur kime söyleyem,
Tek başıma nasıl köyüme dönem,

“Hara dedikleri büyük bir yazı,
İçine koymuşlar beş körpe kuzu”,
Kimseye vermesin böyle bir yazı,
Ana yüreğinden çıkmaz bu sızı,

Okulun önünde yonca tarlası
Sulama nöbeti onun sırası,
Salih’i sorarsan ceryan yarası,
Gelmiş bulamamış garip anası,

Yavrum aç gözünü kaldır başını,
Döktüm toprağına gözüm yaşını,
Okulda bıraktım mezar taşını,
Görmedim kuzumun gençlik yaşını.

Cenaze evinde adet üzerine 3 gün yemek pişmedi. Ocağı söndürdüler, ocak yanmadı. Komşulardan her ev sırayla her gün yemek götürdüler, küsülü olanlar bile yemek götürürler ve taziyeye giderlerdi. Üç gün sonra da Mevlit yapıldı, Kur’an okundu, köylüler ortaklaşa yemek yapıp mevlit için gelenlere verdiler. Yemekten sonra Salih’in abisi Hüseyin’in gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş sessizce duruyordu. Taziyeye gelenlerin tek tek başsağlığı dileklerini kabul ettiler. Salih’in anasının göz torbaları şişmiş, yüzü solmuş, saçları apağ olmuştu. Yine de çektiği acıya rağmen metanetli olmaya çalışıyordu.
Büyükanneleri torunlarına köyünü, çocukluğunu ilkokula giderken unutamadığı yaşanmış acı olaylardan bir öykü anlatmıştı. Kendinin de iki kızı, iki oğlu öğretmendi. Gece yarısı olmuştu, torunlar büyük annelerinin dizinin dibinde merakla dinliyorlardı. Bazen torunların yüzleri renkten renge giriyor kâh gülüyorlar, kâh üzülüyorlardı.
Yerinden doğrulan büyük anne, “Artık dinlenme zamanı geldi. Herkes yerlerine, sizlere iyi geceler, Allah rahatlık versin” deyip kendi küçük odasına gitti. Yatsı namazını kıldıktan sonra gözyaşları içinde “Allah’ım öğretmenler sana emanet, onları koru. Öğretmenlerin yüzünü ak eyle, hayırlı evlatlar yetiştirmesi için onlara yardım et. Allah’ım biz günahkâr kullarını bağışla, darda kalanlara yardım eyle” diyerek dua etti. ‘Bismillah’ diyerek üzgün ve yorgun bir şekilde yorganı başına çekti…

Yorumlar

Popüler Yayınlar